Öykü

Süt İçen Ehderha (2. Bölüm)

  • 5 dk okuma süresi
  • -
  • 0
Süt İçen Ehderha (2. Bölüm)

"Gamze ve arkadaşları Hasan Dede'nin anlattığı masalları dinlemiş ve artık evlerine gidip yatma vakitleri gelmişti. Masalın sonunda çocuklar Hasan Dede'ye bir ejderha gördüklerini söylemişler ve Hasan Dede buna pek anlam verememişti. Çocukların neyi ejderha sandıklarını veya gerçekten ne gördüklerini merak etmişti. Torunu Gamze de diğer çocuklarla birlikte ertesi günü "ejderha"yı görmeye gitmek için plan yaptılar. Hasan Dede'den izin alıp ejderhanın saklandığı yere giderek onu görebilecek miydiler? Başlarına neler gelecekti?..."


.................................


Sabah namazından eve dönerken, yanındaki birkaç ihtiyarla caminin kapısında başlayan sohbeti evin önüne kadar sürdüren Hasan dede müsaade isteyip içeri girdi. Altı yaşındaki torunu Gamze de yeni uyanmış, annesinin sobayı yakmak için verdiği uğraşı seyrediyordu. Sobanın içinde kalan külleri eleyip, eski küçük kürekle bir tenekeye dolduran genç kadın Hasan dedeyi görünce:

“Hoşgeldin baba,” dedi. Sonra gülerek, “Gamze hanıma da söylesen de bana yardım etse dedesi, senin sözünden başkasını dinlemiyor,” dedi.

Henüz yattığı yer yatağından beline kadar doğrulup oturan ve üzerindeki yorganı atmak bir yana daha sıkı sarılan küçük kızın yanına gidip, küçücük yanaklarını avuçlarının arasına alıp gülümsedi. Babası askerdeyken çatışmada şehit düşen bu miniği üzmek şöyle dursun, onun mutluluğu için annesi ve dedesi, hatta mahalle sakinleri seferber olmuştu. Bu toplumda yetim demek, öksüz demek kocaman bir bedendeki kanayan yara demekti. Yaralar sarılmalı, cerahat toplaması, mikrop kapması önlenmeliydi. Devamlı nazik ve ihtimamla davranılmalıydı. En başta bu insanların inandıkları dinin emriydi yetimi gözetmek...

Cebinden hiç eksik etmediği şekerlerden birini küçük kıza uzatan Hasan dede yine gülümseyerek önce dağınık siyah saçlarını okşadı, sonra da kucaklayıp kaldırdı.

“Hadi bakalım prensesim, gel elini yüzünü yıkayalım. Prensesler tertemiz olur. Yemeğini ye sonra dışarıda kartopu oynamaya çıkacağız.”

Kartopunu duyan kız hemencecik canlanıverdi. Az önceki uyku mahmuru gözlerini kocaman açarak dedesinin yanağına bir öpücük kondurdu ve yaşlı adamın kucağından hemen inerek banyoya yöneldi. Yüzünü yıkadıktan sonra koşarak içeri girdi, yerinde duramıyordu. Annesinin kucaklayıp getirdiği odunları, neredeyse kendisiyle aynı boyda olan sobaya birer birer atmaya başladı. Annesi de kendisine yardım eden miniğine tebessümle bakıp tatlı sözler söyleyerek sobayı yakmış, kahvaltı hazırlamak için mutfağa gitmişti.

Kahvaltıdan sonra annesinin de yardımıyla mavi renkli gocuğunu giymiş, kapşonunu kafasına geçirmiş, atkısıyla ağzını ve burnunu sarmış olarak yeni dinmiş olan karla kaplı sokağa kendini atıverdi. Arkadaşları kendisinden önce davranmış, birbirlerine kartopu atıp eğlenmeye başlamışlardı bile. O da minik eldivenli ellerini yerde iyice yüksek bir tabaka oluşturan kara daldırdı ve iki eli arasındaki karı yuvarlayıp rastgele çocuklara attı. Öğlene kadar kartopu oynayıp iyice yorulmuşlardı. Eldivenleri ıslanmış, elleri üşümeye başlamıştı. Akıllıca bir karar olan ara verip dinlenme fikrini uyguladılar. Gamzelerin evinin avlusunda toplanıp bir süre konuştular. Hiçbirinin aklına evlerine girip sobada ellerini ve ayaklarını ısıtmak gelmiyordu. Çocukluk muhteşem, çocuk oyunları her zaman her şeyden daha sıcak, daha eğlenceliydi. Sibel Gamze'ye yaklaşarak:

“Abime söyliyim bizi ejderhaya götürsün mü? Hala orada duruyor ejderha,” dedi

“Ama çok kar var.” dedi Gamze. Biraz duraksadıktan sonra, “Uzak mı?” diye sordu. Gerçi gözlerinden Çin'de de olsa oraya gitmekten vazgeçmeyeceği anlaşılıyordu.

“Yok uzak değil fazla. Murat, Gülsüm, Harun da gelecek.”

“Tamam ama dedemden izin almam gerek.”

“Tamam. Biz seni bekliyoruz sokakta.”

Fısır fısır konuştuktan sonra Gamze dedesinden izin istemek üzere eve girdi. Yaşlı adam beyaz sakallarını sıvazlayarak oturduğu minderde kitap okumaktaydı. Yanında az önce içtiği kahvenin boşalmış fincanı duruyordu. Karşısında ellerini arkasında birleştirmiş, bir şeyler dileyen gözlerle kendisine bakan küçüğüne gözlüklerinin üzerinden bakarak “ne istiyorsun?” manasında gözünü kırpıp gülümsedi.

“Dede...”

“Efendim ciğerim, noldu?”

“Bana izin verir misin?”

“Hayırdır ne izni istiyorsun?”

“Biz ejderhaya bakmaya gideceğiz. Ama merak etme fazla yaklaşmam.”

Dede bu ejderha faslının bu kadar uzayacağını tahmin etmemekle beraber, gerçekte bir ejderhanın olmayacağını, çocukların ejderha sandığı başka bir hayvanın olma ihtimalini düşündü. Merak ve kuşku onu da sarmış, torununun ve diğer çocukların bu isteğini onaylayıp onaylamamak arasında bocalayıp hem torununu üzmeyecek hem de onu güvende tutabilecek bir karar arayışına girmişti. Çocuk hiçbir zaman yalana başvurmamış, her ne varsa olduğu gibi söylemişti. Yalan söylemenin ne denli kötü ve büyük bir günah olduğunu öğrenerek terbiye edilmişti. Ejderha dedikleri hayvanın bir sürüngen olması ihtimalini hemen eledi. Zira hem bu yörede öyle büyük timsah ve kertenkele gibi hayvanat bulunmaz, velev ki olmuş olsa bile bu karda kışta bir gün bile hayatta kalamazlardı. Elindeki kitabı kapatıp yanındaki sehpaya koydu. Sırtını verdiği duvara dayalı yastıktan doğrulup gözlüklerini çıkararak ciddi bir ifadeyle sordu:

“Neredeymiş bu ejderha?”

“Sarı Mustafa'nın ağılları var ya, onun arkasındaki küçük dağın kenarında bir mağara varmış. Onun içindeymiş. Sürekli ağlıyormuş... Ağlayan ejderha.”

“Ağlıyor muymuş?”

“Evet ağlıyormuş. Sibel ateşi bittiği için ağladığını söyledi. Ona da Mahmut demiş öyle.”

Dede, torunun bu son sözü üzerine kendini gülmekten alamadı. Şu masumiyet nerede vardı? Öylesine ciddi ve inanarak söylemişti ki bunu küçük kız, hatta ejderhanın bu haline acıdığı bile söylenebilirdi.

“Gidebilir miyim dede nolur? Söz fazla yaklaşmam.”

“Tamam kızım tamam. Ama fazla yaklaşmayacaksın. Fazla da oyalanma orada. Hemen buraya gelip bana ne olduğunu anlatacaksın anlaştık mı?”

“Anlaştık dedeciğim,” diyerek boynuna atılan, sonra da aniden koşarak dışarı fırlayan ufaklığa, avlu kapısından sokağa çıkana kadar buz tutmuş camlardan merak ve endişeyle baktı. Aslında onların bu haline imrendiği de söylenebilirdi.

Beş altı küçük çocuk dizlerine kadar gelen kara bata çıka ağılların bulunduğu yere gelmişlerdi. Bu ağıllar birbirlerine yirmişer adım kadar mesafede, tenekeden yapılma çatıları ve kerpiç duvarlarıyla yapılmış üç adet küçük binadan ibaretti. Ağıllardan gelen koyun ve keçi sesleri eşliğinde mağara dedikleri dar ve uzunca kovuğun yakınına kadar gelmişlerdi. Yanındaki toprak yükseltinin etrafından dolaşarak biraz daha yaklaştılar.

“Duydunuz mu?”

Mahmut birden durdurdu çocuk gurubunu. İçeriden çocukların da teşbih ettiği gibi ağlama ya da inlemeye benzer bir ses geliyor, arada ses yükselerek at kişnemesini andıran korkunç bir sese dönüşüyordu. Sessizce karlara basa basa oyuğun önüne kadar geldiler. Beş adım kadar mesafeden dar, karanlık ve ürkütücü oyuğun içine bakmaya başladılar.

Etiketler
ejderha Masal hikaye yazmak efendidergi olay örgüsü seri hikaye

Yazar Hakkında

Kemal Ağca

Mezar taşıma, "hep yazdı ama yazar olamadı..." yazın

Yorumlar

  • 0 Yorum
Ziyaretçi olarak yorum yapıyorsun, dilersen Giriş yap