Fikir Düşünce

Anla(şıl)mak

  • 3 dk okuma süresi
  • -
  • 0
Anla(şıl)mak

Anlamak… Anlaşmak… Anlaşılmak… Bu kavramlar neredeyse asırları özetler nitelikte. Yazılan şiirler, okunan romanlar, söylenen türküler, çizilen resimler; hatta danslar, davranışlar, konuşmalar, kelimeler, jestler, mimikler ve daha birçok şey…  Hepsinin ortak noktası anlaşılmak ve kişinin kendini ifade etmesi değil midir? Bir çığlık… Bir haykırış… Herkesin kendince bir yol bulup kendini duygularıyla, davranışlarıyla hatta ve hatta olaylara verdikleri tepkilerle anlaşılmak istemesi…  Aslında biraz düşününce ne denli ehemmiyet arz ettiğinin bir kere daha ürkerek farkına varıyoruz.

Zaman değiştikçe ve ilerledikçe bizler de değişiyoruz. Doğal olarak ifade biçimlerimiz de değişiyor. Sanal ifade biçimi belki biraz kolayımıza kaçıyor ama belki de kendimiz olduğumuz, duygularımızı ifade etiğimiz en rahat alan olmasına rağmen insanların bastırılmış duyguları ve bunlardan doğan hastalıklar da o kadar bariz ki.  Kimi zaman  konuşmayı, yazmayı bırakıp farklı davranışlar ya da hastalıklar geliştiriyoruz. Evet evet… Çoğu hastalıkların sebebi de aslında bizim kendimizi konuşarak değil de hiç yemek yemeyerek ya da çok yemek yiyerek, hiç uyumayarak ya da çok uyuyarak ortaya koyduğumuz davranışlar, ifade edemediğimiz ya da çözemediğimiz sorunların altında yatan kıvranışlar olabiliyor.

İnsan sosyal yaratılmış bir varlıktır. Yemek kadar, içmek kadar ihtiyaçtır konuşmak ve anlaşılmak. Kimi zamansa dertlerimize ilaç, içimizi ferahlatan sudur. Ne güzel söylemiş Oğuz Atay: ‘Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum, ben Van Gogh’un resmi değilim, öldükten  sonra beni müzeye koyamazsınız.‘  Evet insan anlaşılmaya mecburdur hem de öyle mecburdur ki…

İlimlerin başında gelir kendini bilmek. Önce kendimizi anlamalıyız. İçimizde çözülemeyen düğümleri çözmeli, kendimize ilaç olmalıyız ki bir başkasını da anlayabilelim. Anlayabilmek… Anlamayı bilmek… Bizler anlamayı biliyor muyuz? Anlamanın da gerektirdiği özellikler vardır elbet. Karşımızdakini anlamak derken konuşana kafa sallamaktan bahsetmiyorum elbette. Olgunluk, empati duygusu ve anlatılanları yürekten hissetme sevinç ya da üzüntüyü paylaşma ve yargıdan uzak bir ortamdan bahsediyorum.  Hayali bile huzur veriyor ki o duyguları paylaşmak inanılmaz değerli bunca hal bilmezin içinde. Diyor ya Hz. Mevlana: ‘Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşırlar.’ Esas konuşan dil değil gözler ve bir olmuş yüreklerdir.

Bu dünyadaki  en büyük zenginliktir seni anlayan birinin olması. En büyük hediyedir. Anlamak başlı başına bir gönül işidir ve dilden anlayana söz emanet edildiği gibi halden anlayana da gönül emanet edilir.

Hep sevmekten dem vururuz; fakat anlaşılmak da en az sevilmek kadar değerli. Yıllardır şu soru döner durur aklımda. İnsan sevdiğini mi anlar, anladığını mı sever? İnsan sevilmek mi ister yoksa anlaşılmak mı? Bu soruyu George Orwell ‘1984’ adlı eserinde yetmiş iki yıl önce paylaşmış bizimle.  ‘İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de.’ Sevildiğimizde anlaşıldığımızı hissetmiyoruz ama anlaşıldığımızda sevildiğimizi hissediyoruz. Çünkü insan anlaşıldığı yerde çiçek açar. Anlayan insanda da anlaşılan insanda da sakinlik, dinginlik ve huzur vardır.  Ancak anlamak zahmetli bir iştir.  Bu yüzden en sancılı yaralarımızdandır.  İnsan ilişkilerindeki en sarp yokuş da işte burada başlar ve sabır gerektirir. Ne de güzel söylemiş Üstad Necip Fazıl Kısakürek: ‘Anlayan ağlar.’  O kadar çok şey ifade ediyor  ki bu iki kelime… ‘Anlayan’ yani gaflet uykusunda hayatı ezbere yaşamayan, uyanan, fark eden, hisseden, yaşayan her yürek… Anlamak uyanmaktır. Bir dizi izlerken, kitap okurken, birini dinlerken ya da sokakta şahit olduğumuz bir olay… Tüm bunları anlayarak ağlamamız ne güzeldir.

Sözünü değil özünü, dilini değil yüreğini hissetmek ve bunu hissettirmektir anlamak…

Şunu da belirtmeliyim ki anlamak, anlatan kişiyle aynı fikirde olmak demek değildir. Anlatılanları paylaşabilmektir. Dinlemek ama can kulağıyla… Derin sohbetler duman altında kalmış bir odanın penceresini açmak gibidir.  Konuşmak da insanın zehrini alır. Terapidir adeta.

Şunu da hiçbir zaman unutmamalıyız ki Hz. Mevlana’nın dediği gibi ‘Sen ne söylersen söyle, söylediğin karşındakinin anladığı kadardır.’

Biliyoruz ki insanlar kimi zaman kördürler, görmezler; kimi zaman sağırdırlar, duymazlar veya duyarlar ancak anlamazlar, anlayamazlar.

Hiçbir zaman unutmamamız gereken şu kelimeleri yine ekler Mevlana: ‘İnsanlar seni yanlış anladığında dert etme, duydukları senin sesin; fakat aklından geçirdikleri kendi düşünceleridir.

 En başka kendimize şu soruyu sormak icap ediyor:

"Duyuyor muyuz, uyuyor muyuz?"

Etiketler
edebiyat söz yazmak Anlamak Anlaşılmak mevlana

Yazar Hakkında

Esma_Zengin

Edebiyata gönül vermiş bir öğretmen..

Yorumlar

  • 0 Yorum
Ziyaretçi olarak yorum yapıyorsun, dilersen Giriş yap